Kadınlar Özel Hallerinde Ayet, Dua, Zikir Okur mu?

admin
2 0

İslâm’da kadınların “özel hâl” dediğimiz hayız döneminde ibadetle ilişkisi, fıkıh kitaplarında en çok konuşulan konulardan biridir. Özellikle “Bu günlerde kadın dua edebilir mi, Allah’ı zikredebilir mi, Kur’ân’dan ayet okuyabilir mi, bunun ilmi dayanağı nedir?” sorusu, hem kadınları hem ailelerini yakından ilgilendirir. Mesele, sadece bir “helal–haram” sorusu olmanın ötesinde, kulun Rabbiyle bağının bu günlerde nasıl korunacağı meselesidir. Bu yüzden hem klasik fıkıh mirasını hem de günümüzdeki ilmî değerlendirmeleri birlikte görmek gerekir.

Önce temel bir hakikati netleştirelim: Hayız, kadının iradesi dışında, fıtrî olarak yaşadığı bir hâl; bu hâl kadını Allah katında değersiz hâle getirmez, onu Rabbinden uzaklaştıran manevi bir leke değildir. Bu sadece, “hadeth-i ekber” dediğimiz büyük bir hades hâlidir; namaz, oruç gibi bazı şekli ibadetleri geçici olarak engeller. Ancak kalple, dille, niyetle yapılan kulluğun kapısı kapanmaz. Bu ayrımı doğru kurmadığımızda, kadın kendini “özel günümdeyim, Allah’a yaklaşamam, ibadetten tamamen kopmalıyım” gibi yanlış bir psikolojiye sokabilir. İslam’ın maksadı bu değildir.

İlim ehlinin neredeyse ittifak ettiği nokta şudur: Hayızlı kadın dua edebilir, Allah’ı zikredebilir, salavat getirebilir, istiğfar edebilir, tesbihat ve evrad okuyabilir, Rabbine niyazda bulunabilir. Bu konuda mezhepler arasında kayda değer bir ihtilaf yoktur. Çünkü dua ve zikir, kalbin Allah’a yönelişidir; namaz gibi “ritüel şekli” bir ibadet değil, doğrudan kulun dilinden ve gönlünden yükselen niyazdır. Nitekim Kur’ân’da ve hadiste, hayız hâlindeki kadınların zikir, dua, salavat gibi manevi bağ kurma yollarından men edildiğine dair bir delil yoktur. Aksine, genel hükümler tüm müminlere hitap eder; hayızlı olsun olmasın, kul Rabbini anabilir, ondan bağışlanma dileyebilir, ona sığınabilir.

Meseleyi tartışmalı hâle getiren asıl başlık, Kur’ân tilaveti meselesidir. Burada “tilavet” kelimesi önemlidir; kastımız, Kur’ân’ı ibadet niyetiyle, okunuşu başlı başına sevap olan bir zikir olarak okumaktır. Fıkıh literatüründe çoğunluğun (Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mezheplerinin klasik görüşü) yaklaşımı özetle şudur: Hayızlı kadın, Kur’ân’ı tilavet kastıyla okuyamaz; fakat dua ve zikir niyetiyle bazı ayetleri söylemesi istisna kapsamına alınabilir. Örneğin “Rabbena atina fi’d-dunya haseneten…” gibi dua içeren ayetleri, dua olarak söylemeye müsaade edenler vardır. Bu yasaklayıcı yaklaşımın dayandırıldığı meşhur bir rivayet vardır: “Hayızlı kadın ve cünüp olan kimse Kur’ân’dan bir şey okumasın.” Ancak hadis ilmi açısından bakıldığında, bu rivayetin senedinde zayıflık bulunduğunu söyleyen birçok muhaddis olmuştur. Bu yüzden “Kur’ân okumasın” diyen görüş, delil açısından tartışmasız ve yekpare bir zemine oturmamaktadır; buna rağmen, mezheplerin klasik metinlerinde, ihtiyat gereği benimsenmiş ve yüzyıllar boyunca fetvalara yansımıştır.

İşte tam bu noktada, fıkıh usulü ve hadis tenkidi beraber devreye giriyor. Bir tarafta, asırlardır uygulanan bir “ihtiyatlı” çizgi var; diğer tarafta, “Bu yasağı taşıyan sahih ve net bir delil yok, dolayısıyla hayız hâlindeki kadının Kur’ân’dan tamamen kopması gerekmez.” diyen güçlü bir ilmî akım var. İmam Mâlik’ten, Ahmed b. Hanbel’den gelen bazı rivayetlerde, hayızlı kadının Kur’ân okumaya bütünüyle engellenmediğini gösteren ifadeler yer alır. Yine İbn Teymiyye, Şevkanî gibi bazı büyük alimler, bu yasağın kesin ve bağlayıcı olmadığını, özellikle ezberini korumak zorunda olan hafızlar ve ilim talebeleri için Kur’ân tilavetine ruhsat bulunduğunu ifade ederler. Çağdaş dönemde pek çok fetva kurumu ve alim de bu ruhsat çizgisini tercih etmiş, “Mushafa çıplak elle dokunma konusunu ayrı konuşalım, ama ezberden Kur’ân okuma, telefondan/app’ten okuma yasak değildir.” demiştir.

Bu ikinci çizgi, üç temel noktayı vurgular: Birincisi, hayız hâlindeki kadının Kur’ân okumasını açık ve sahih bir delille yasaklayan kesin bir nass yoktur. İkincisi, Peygamber Efendimiz’in döneminde kadınlar da hayız oluyorlardı; Kur’ân o sırada peyderpey iniyordu, hafızalar oluşuyordu. Eğer bu hâlde kadınların Kur’ân’dan tamamen soyutlanması gerekseydi, bu çok önemli bir hüküm olurdu ve mutlaka sahih, açık ve yaygın rivayetlerle bize ulaşırdı. Üçüncüsü, Kur’ân’la bağ kurmayı, onu ezberlemeyi, anlamayı, hayatın merkezine almayı hedefleyen bir dinin, her ay belli günlerde kadınları Kur’ân’la ilişkiden tamamen koparması, dinin genel maksadıyla da pek uyumlu görünmemektedir. Özellikle hafızlık yapan, Kur’ân ilimleri okuyan, ders halkalarına devam eden hanımlar için bu, büyük bir zorluk doğurur.

Bu ikinci görüşe göre, hayızlı kadın Kur’ân’ı ezberinden okuyabilir, telefondan veya ekrandan takip edebilir, dersini tekrar edebilir. Ancak mushafa çıplak el ile dokunma meselesinde, birçok alim yine de taharet şartını gözetir ve “doğrudan mushaf sayfasına eli değmesin, araya bir örtü, kılıf, eldiven koysun” gibi adab tavsiyesinde bulunur. Çoğu zaman, burada “hüküm” ile “edep” birbirinden ayrılır; hüküm açısından genişlik tanınırken, edep açısından saygı ve nezaket korunur.

Daha azınlıkta kalan bir üçüncü yaklaşım ise, hayız hâlindeki kadının mushafa dokunmasına da belli şartlarla izin verir. Bu görüşe göre, kadın tuvalette değilse, beden ve elbise temiz ise, Kur’ân’a saygı hâli korunuyorsa, hayız hâlinin kendi başına mushafa teması engelleyecek kadar bağlayıcı bir sebep olmadığı söylenir. Bu bakış, hayızı fıtrî ve irade dışı bir durum olarak öne çıkarır; kadının bu yüzden Kur’ân’dan ve ilimden uzak düşürülmesini, İslâm’ın genel kolaylık ve rahmet ilkeleriyle uyuşmayabileceğini savunur. Dolayısıyla, daha maksat merkezli (makâsıd odaklı) bir fıkıh yorumudur.

Bütün bu ilmî tartışmaların ortasında, maneviyat boyutunu da ihmal etmemek gerekir. Hayızlı olmak, kadını necis, kirli, değersiz veya Allah’a uzak bir varlık hâline getirmez. Necaset, teknik olarak, doğrudan pislik bulaşan kısımda söz konusudur; kadının tüm bedeni, eli, dili bu yüzden necis sayılmaz. Bu yüzden zikir kapısı da, dua kapısı da, istiğfar kapısı da kapanmaz. İnsanın Rabbiyle irtibatı, sadece şekli ibadetlerden ibaret değildir; kalbin huşusu, dilin zikri, aklın tefekkürü, gözün ibretle bakışı, dilin insanlara merhamet ve güzel söz taşıması hep ibadettir. Hayızlı dönemde terk edilen sadece namaz ve oruçtur; bunların yerine dua, zikir, Kur’ân’ın anlamıyla meşgul olma gibi ibadetler ön plana çıkabilir.

Kadın bu günlerde şöyle bir manevi bakış geliştirebilir: “Şu anda fıtrî bir hâl içindeyim. Rabbim bana namazı, orucu geçici olarak bırakmamı emretti; ama duayı, zikri, salavatı, tevbe ve istiğfarı emretmeye devam ediyor. Öyleyse ben bu günlerde Rabbimi daha çok anarak, Kur’ân’ın mana dünyasına dalarak, ilmimi artırarak, kalbimi temizleyerek bu zamanı bereketlendirebilirim.” Böyle bir duruş, hayızı “ibadetten kopuş zamanı” değil, “şekilden ziyade kalbin ibadetine yoğunlaşma zamanı”na dönüştürür.

Pratikte ne yapılabilir? Klasik mezhep çizgisine sıkı sıkıya bağlı kalmak isteyen bir Hanefî, “Ben ihtiyatı tercih ediyorum” diyerek hayızlı iken Kur’ân tilavetini bırakıp, dua, zikir, salavat, istiğfar, Kur’ân meallerini okumak, tefsir ve ilmihal çalışmak gibi alanlara yönelebilir. Kur’ân’dan dua niteliğindeki ayetleri ise dua niyetiyle söyleyebilir. Diğer taraftan, çağdaş alimlerin genişleten fetvalarını ikna edici bulan bir hanım, ezberinden Fâtiha, Yâsîn, Âyetü’l-Kürsî, sevdiği sure ve ayetleri okuyabilir; telefondan/app’ten Kur’ân takip ederek derslerine devam edebilir, sadece mushafı eliyle tutarken edebe daha fazla dikkat eder. Her iki durumda da yanlış olmaz; önemli olan, seçilen görüşün sağlam bir ilmi dayanağa sahip olması ve kişinin bununla iç huzuru bulmasıdır.

Hülasa mesele, bir “yasaklandı–yasaklanmadı” tartışmasından çok, “Allah’ın kulunu bu fıtrî hâlde bile kendisine yakın tutmak istediği” gerçeğini anlamaktan geçer. Hayız, kadını Allah’ın rahmetinden koparmaz; sadece bazı şekli ibadetlerde geçici bir ara verir. Bu günlerde dua kapıları açıktır, zikir kapıları açıktır, salavat kapıları açıktır. Kur’ân’ın lafzıyla meşgul olma konusunda farklı ilmi yorumlar olsa da, Kur’ân’ın manasıyla, mesajıyla, ahlâkıyla meşgul olmak konusunda hiçbir engel yoktur. Her mümine düşen, güvenilir bulduğu ilim ehline ve mezhebine göre bu alanda bir yol seçmek, sonra da o yolda istikrarlı ve huzurlu bir şekilde yürümektir. Böylece kadın, özel günlerinde bile Rabbine yakınlığını kaybetmeden, hatta belki daha derin bir iç yönelişle kulluğunu sürdürebilir.

Kürşad BERKKAN

Sen de Yorum Yap